Bir oyun ve ötesi...

Çocuklu ailelerin özlemlerine cevaben  yaygınlaşan “masa oyunları”, bir aile olarak  etrafında saatlerce birlikte odaklanılan, yarışılan, mücadele edilen bir ortak eğlence ortamı yaratmasının yanı sıra, içlerinde gizlediği kimi yönlendirici izlerle de, farkında olmadan toplumu şekillendiriyor olabilir mi?

Bu uzun cümle “durup dururken aklıma geldi” desem, inandırıcı olmayacağımı biliyorum. Toplumun inşası içindeki tüm enstrümanların bir sebep sonuç ilişkisi içerisinde tasarlanmış olduklarını ve insan hayatını basitten karmaşığa doğru sürükleyerek onu “yaşam”a tutsak etmeyi hedeflediklerini düşünmeye başladığımdan beri, “paranoya” seviyesinde tuhaf bir kuşkuculuk besliyorum içimde bir yerde, her fırsatta bir şeyler söylemek için parmak kaldıran.

Bu “kuşku” bu sefer kendisini bir masa oyununda  ortaya attı ve beni 1903 senesinde , aslında son derece farklı amaçlarla bir oyun tasarlayan Lizzie Magie ile tanıştırdı. 

Bugün bir oyun ile oynayacağım veya oynadığımız şeyin bir oyun olduğunu sanacağım..….

Lizzie’den 30 sene sonra, 1929 ile 1930 yıllarını tüm acımasızlığı ile kavuran Büyük Ekonomik Buhran yıllarında işsiz kalmış olan Charles Darrow isimli bir kişi tarafından icat edildiğini sandığımız veya internet sayesinde kolaylıkla öğrenebildiğimiz bu oyun, Büyük Buhranın kalıntıları arasından ve yine o “buhran”ı tetikleyen finansal açgözlülüğü, düştüğü yerden kaldıran enteresan bir ironi merkezi. Krizi buhran yapan, insanları 2 yıl boyunca perişan eden her ne varsa paketleyen ve buhranı, iflası, yok olmayı oyunsallaştıran bir aile eğlencesi. Piyasaya çıktığında yine kapış kapış giden ve Charles Darrow’u zengin eden.

Lizzie’nin “Mal Sahibi” oyunu, Charles’ın “Monopol” ü…

imgres.jpg

Lizzie bu oyunu tasarlarken, "tüm" oyuncuların zenginliğini arttırmaya yönelik kurallar ile “anti-monopolist” bir konsepti kurgularken, oyunun aslında hızlıca “monopolist” ajandalara hizmet edeceğini ve başarının aslında “diğerlerini yok etmek” üzerine planlandığı zaman daha çok kabul göreceği gerçeğini göz ardı etmiş olmalı. Lizzie saf saf, bu iki versiyonu da aynı oyun tahtasına sığdırınca ve oyunculara her iki oyunu da birlikte oynatınca, “anti-monopolist” oyunun daha ahlaki ve kardeşçe olduğunu görenlerde, yoksulları daha yoksul, zenginleri daha zengin kılan gelir dağılımı ve vergilendirme eşitsizliklerine karşın bir farkındalık oluşturabileceğini ve bu yolla onları bilinçlendirebileceğini hayal etmişti. Belki de insanlık tarihinin en eski kadın girişimcilerden olan Lizzie, geceler boyunca oyunun kuralları üzerinde çalışırken en büyük amacı aslında kendisinin politik görüşünü ve fırsat eşitsizliğini daha iyi ifade etmesine yarayacak bir araç yaratmaktı. Ailelerin masa oyunları etrafında toplanıp, oyun oynama ve hoş vakit geçirmenin ötesinde, değerli bir iletişim içerisinde bulunduklarını fark ettiğinde de, oyun Lizzie’nin hedeflediği anlam ile buluşmuştu. …Mal Sahibi Oyunu… (LandLord’s Game)

Lizzie bu oyun ile birlikte “Yaşamı” bir oyun gibi kurgulamayı, politik makaleler ve seminerler ile fikirlerini bu oyun aracılığı ile seslendirmeyi başarmıştı. Oyun solcu entelektüeller ve üniversite öğrencileri arasında hızla yaygınlaşmış ve 1930’larda Charles Darrow tarafından yeniden keşfedilip yolundan çıkartılıncaya kadar popülaritesini az da olsa korumayı başarmıştı.

Charles’ın, icat edilmesinden 30 yıl sonra, oyunu tekrar güncelleyerek ticarileştirme çabası,  içinden geçilen Büyük Buhran’ın koşullarında hızlıca “Monopolist” eksene doğru kaymış ve sonrasında da bizim bugün bildiğimiz ve kahkahalar atarak farkında olmadan kendimizi ve çocuklarımızı zehirlediğimiz, yaşamı salt ekonomik bir savaş olarak kabul etmeyi öngören bir sığlıkla hızlıca buluşmuştu. Charles, oyunun içindeki son kalan barış yanlısı kırıntıları da yok ederek yaşamı kapitalist ve monopolist bir haklılığa kurban etmeyi başarmıştır.  Oyunun simgesi bile “al-kaç” laşmıştı…

Kimsenin sahip olmadığı bir arsanın alınması, sonradan onu çok daha yüksek bir fiyata satabilme yolu ile arsa spekülasyonu üzerinden kolay para kazanımı, aynı mahallede birden fazla araziye sahipsen veya birden fazla tren istasyonun varsa daha fazla bedel talep etme hakkının normalleşmesi, elektrik ve su gibi kamu hizmet bedellerinin bile özel sektör  buluşması ile keyfi fiyatlanabilirliği, zora geldiğinde bankaya borçlanmak, ipotek, vergi, vb. bilumum manevralar. Kuraldışı işbirlikleri, gizli saklı anlaşmalar, hayali işlemler, mesnetsiz borçlanmalar. Hepsinin bir tane amacı var oyunun içerisinde, varlık miktarını ve paranı arttır, rakiplerini yok et… Tek kalsan bile oyunun sonunda “zengin” olduğunu düşün, çok sevin ve tebrikleri kabul et.
Hepimiz bugün severek oynuyoruz değil mi ? 

Bu oyunu sadece oyun olarak görmeyen ve ekonomik dersler çıkartanlar da oldukça fazla. Bir oyundan yaşam dersleri çıkartılabilmiş olması beni ilk başta çok şaşırtmış olsa da , hem oyunu oynamış olan birisi olmam ve hem de Lizzie’nin çıkış noktalarının farkına varıyor olmam bu derslerin es geçilmemesi gerektiğini bana söylüyor. Hayatta ne işe yarar bilmiyorum ama, bir sonraki Monopol’de bu dersleri hatırlayanların, kazanma şansı artacaktır. (Bu iyiliğimi de unutmayın...)

Ders 1 … Elinde mutlaka nakit bulundurmalısın. Varını yoğunu arsa ve betonlara harcamamalısın. Oyunu elinde  para bulundurabilenler kazanıyor ve hep kazanacak. Parasız kalman seni elindeki varlıkları daha ucuz fiyattan satmak zorunda bırakacaktır. Oyun ipoteğe izin veriyor, ama ilk ipotek başvurun ile iflasının arası çok uzun sürmez.

Ders 2… Sabırlı ol… Önüne gelen her şeyi satın alarak bu oyunu kazanamazsın. Bir oyun planın olmalıdır. Paranı hızlı tüketirsen, hızlı yaklaşırsın sona. Alım kararı ile, vazgeçmek arasında kararlı bir kontrol, oyunu kazandırır.

Ders 3… Nakit akışına odaklan… Oyunda kalan son oyuncu olmanın sırrı, düzenli kira kazancı veya nakit akışı.. Çoğunluğun ihmal ettiği tren yollarının en yüksek getiriyi sağladığını aklından çıkartma.. 

Ders 4… En pahalı varlıklar, her zaman en iyisi değildir… Çoğunluğun peşinde koştuğu “Etiler” ve “Levent” gibi yerler, elde tutma maliyetinin en yüksek olduğu yerler olarak nakit akışına orantısız bir maliyet getirebilirler.  Ödenen bedel karşılığı elde edilen değeri aklıda tutmak şart. Oyunu o kazandırıyor.

Ders 5 … Tüm yumurtaları aynı sepete koyma… Tek bir arazi ve üzerinde bir sürü ev ve otel ile oyunu kazanamazsın. Dağınık ve daha düşük bedeller, uzun vadede daha çok kazandıracaktır.

Evet çok haklısınız, bence de zırva... 

Bütün hayatın yükünü bundan 100 yıl önce tasarlanmış bir oyunun omuzlarına yıkma çabası ve bugünün “sözde” mutluluğu ve kapitalist/monopolist dünyadaki “başarı”nın sırrını açıklamak bu kadar kolay olabilir mi ? 

Yaşamın “ayakta kalma” kuralları 100 yıldır değişmemiş olabilir mi? İnsanlık bunca deneyimi ve keşfi yapmak için neden uğraşıyor?  Gelişmişliği neden bir türlü ilerleyişe yönlendiremiyoruz. Neden 100 yıl önceki kazanma kuralları bu gün hala çok benzer. Bizi “ekonomi oyununun” içine hapseden ne? Neden rakibine, komşusuna iyi davranan ve onu yok etmek yerine, yaşatmayı düşünen zihniyet baskın olamıyor ?

İşte beynimde parmak kaldıran "kuşkucu", Monopol oyununu aslında bu sorunun merakı peşinde araştırdı. 

Tüm gelişmiş ülkeler bu oyunu oynamayı yıllar önce bırakmış veya onu sadece oyun olmaya hapsetmiş.  Yaşam ile refah arasındaki formüller yukarıdaki derslerin çok fazla geçerli olamayacağı toplumsal uzlaşılara kavuşmuş. Arazi rantı üzerinden başarıyı modelleyen hiçbir ekonomik kalkınma modeli kalmamış bizdekinden başka. Hiçbir ülkenin doğal güzellik ve zenginliklerini yok etme ihtiyacı yok, yeni rant alanlarının peşinde.  

İşte tam bu noktada Selçuk Şirin’in tespitleri geliyor aklıma ve bana aradığım ipucunu veriyor.

Diyor ki ;
“Bir ülkede kişi başına düşen milli gelir arttıkça, o ülkede ev sahipliği talebi azalıyor. Peki neden zengin ülkeler parayı başka yere yatırırken fakir ülkeler varını yoğunu betona gömüyor? Bu sorunun cevabı hukuk sisteminde ! Bir ülkede hukukun üstünlüğü arttıkça o ülkedeki ev sahipliği oranı azalıyor! Hukukun üstün olduğu ülkelerde yurttaşlar birikimlerini tapu güvencesine hapsetmek zorunda değil, çünkü devlet keyfi uygulamalar ile ekonomik alanlara müdahale etmiyor.”

İşte bu nedenle bizler her sabah yeni bir doğa katliamı, yeni bir tarihi eser tahribatı ile uyanıyoruz. Gezi’den Validebağ’a, Ege zeytinliklerinden Karadeniz derelerine kadar uzanan bir topyekun tahribat. Ranta dayalı ekonomiyi, bir kalkınma modeli olarak kabul ettiğin veya senin hukuk sistemin politikacılar tarafından bükülebilir olduğu zaman İstanbul’un Kuzey ormanlarını koruyamaz oluyorsun.  

Yaşıyor, görüyor ve tekrar tekrar yaşıyoruz. Hukuk devleti olmayınca hiçbir şey korunamaz hale geliyor.. Zira, birlikte yaşamayı anlamlı kılan tüm “ortak yaşam” mutabakat metinleri sadece “hukuk” içinde barınıyor.

İşte, monopol oyun planının 100 yıllık hikayesi.  Keşke Lizzie dayanabilse ve oyunun “anti-monopolist” versiyonu bugün bizleri eğlendirir ve çocuklarımızın bilinç altına daha adil, daha özgür, daha paylaşımcı, daha barışçı ve daha kardeşçe bir yaşamın sinyallerini gönderseydi… 

Anti-monopol oyununun tekrar itibar kazanacağı, içinden barış, dostluk, kardeşlik ve "birlikte yaşamak" geçen masa oyunlarının talep göreceği günlerin özlemiyle...